Küreselleşmenin Türkiye Tarımına Etkisi
Küreselleşme süreci son yıllarda giderek artan bir oranda ve hızda tüm dünyayı etkilemektedir. Bir nevi tsunami etkisi gösteren bu süreçten etkilenmeyen ekonomik ve toplumsal alan yok gibidir. Ülkemizde de özellikle 1980 sonrasında gerek yasal düzenlemeler gerek de siyasi ve sosyolojik tercihlerle küreselleşme hız kazanmış ve ülkemiz küresel sisteme eklemlenmek için büyük bir gayret içine girmiştir.
Kuralları gelişmiş olan ülkeler tarafından belirlenen küreselleşme sürecinde, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler daha çok pazar işlevi görmekte hemen her konuda sürecin olumsuz etkilerine maruz kalmaktadır.
Bu makalede de küreselleşme sürecinin Türkiye’nin tarım politikalarına etkisi ve bunun yarattığı olumsuz sonuçlara değinilmeye çalışılacaktır.
Abstrackt :
The globalization process has been affecting the whole world at an increasing rate and speed in recent years. There is hardly an economic and social area that is not affected by this process, which has a kind of tsunami effect. In our country, especially after 1980, globalization gained momentum with both legal regulations and political and sociological preferences, and our country made a great effort to be integrated into the global system.
In the globalization process, the rules of which are determined by the developed countries, developing countries like us function more as markets and are exposed to the negative effects of the process in almost every issue.
In this article, the effect of the globalization process on Turkey's agricultural policies and its negative effects will be discussed.
GİRİŞ
Küreselleşme son 30 yıldır dünyayı hızla teslim almakta olan bir süreçtir. Kapitalizm ve liberalizmin bayraktarlığında başlayan süreç, önce ekonomik alanlarda etkisini göstermiştir. Ancak zamanla tüm toplumsal alanları etkilemiştir. Dünyanın tamamının tüketim ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan çok uluslu şirketler ve onları kontrol eden gelişmiş ülkeler, zamanla ihtiyaçları yönlendirmeye ve belirlemeye de başlamışlardır. Gelinen noktada çok uluslu şirketlerin bizim yerimize düşündükleri, bizim ihtiyaçlarımızın neler olduğunu belirledikleri ve buna bağlı olarak üretim modellerini ve üretilecek ürünleri belirledikleri bir süreç ile karşı karşıya bulunmaktayız. Merkezine daha fazla “kar” elde etmeyi alan şirketler için insan ve çevre sağlığı ikinci veya daha geri planda kalmaktadır. Küresel şirketlerin bu iştahlarına karşı çaresiz durumda kalan ve günün her anında ve dünyanın her yerinde maruz kaldığı küresel propagandaya karşı kendini koruyamayan insanı; bu olumsuz etkilerden koruması gereken “ulus devletler” ise bu görevlerini yeterince iyi yerine getirememekte ve küreselleşme gittikçe daha fazla kaleyi zapt etmektedir. Çevre ve tarım politikaları da küreselleşmeden nasibini almakta ve küresel sistemin iştahına uygun olarak ulus devletler tarafından planlanmaktadır.
Her şeyi etkilediği söylenilen küreselleşmenin kasırga şeklindeki dalgaları, tarımı da elbette bu etkinin dışında tutmamıştır. Tarım politikaları, ürün ekimleri ve pazarlanmaları artık serbest piyasa ve rekabet koşullarına göre belirlenerek ulus devletlerin etki alanlarından çıkarılmıştır. Çok taraflı anlaşmalar, uluslararası tahkim, ürün kotası belirleme kriterleri gibi uluslararası sistem tarafından kontrol edilen sistem, gelişmiş ülkelerin ve çok uluslu şirketlerin çıkarlarını koruyacak şekilde tasarlanmaya çalışılmaktadır.
1980 öncesinde Dünya’da kendi kendine yetebilen 7 tarım ülkesinden biri olan Türkiye ise, küresel sisteme eklemlenmek istediği tarihten itibaren net ihracatçı ülke olmaktan çıkmış ve net ithalatçı ülke durumuna gelmiştir. Gelişmiş ülkelerin 200 yıllık bir süreç sonunda başardıkları kentleşme sürecini 20-30 yılda yapmaya çalışan ülkemiz, doğru bir planlama yapamaması nedeniyle halen nüfusunun büyük bir bölümünü tarımda/kırsalda tutmasına rağmen sağlıklı ve verimli bir tarımsal üretim gerçekleştirememektedir. Gelinen noktada; verimsiz bir tarım sektörü; mutsuz ve borçlu çiftçiler; ithal ve sağlıksız gıdayı pahalıya satın alan bir halk ile karşı karşıya bulunmaktayız.
KÜRESELLEŞEN TARIM
Tarım sektörü, günümüzde, ulusal ve uluslararası düzeyde, ekonomik, sosyal, teknik ve politik yönleriyle, diğer sektörlerle yakından bağlantılı ve etkileşim içerisindedir. Küreselleşme bu etkileşimi daha da artırmıştır. Dünya’da tarımsal üretimi artırma gayretlerinde Birinci ve İkinci Dünya Savaşında yaşanan kıtlık etkili olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle gelişmiş ülkeler destekleme fiyat politikası ve yeni tarım tekniklerini kullanmayı teşvik eden politikalarla önemli bir tarımsal üretim artışı sağlamışlardır. Kentsel ve kırsal nüfus dengesini başarılı bir şekilde oluşturan bu devletler, az sayıda tarım nüfusu ile çok verimli bir üretim gerçekleştirebilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler ise özellikle 1970'li yıllardan sonra aldıkları krediler ile tarım sektörüne yatırım yapmaya başlamışlardır. Ancak sonraki yıllarda gelişmiş ülkeler tarafından gıda güvenliği, sosyal politikalar gibi gerekçeler ve lobi etkinlikleri bahane edilerek gelişmekte olan ülkelerin tarım politikaları da belirlenmeye başlanmıştır.
Gelişmiş ülkelerde tarım politikaları, başta “çiftçi gelirlerinin iyileştirilmesi” yönündeki gelir politikaları olmak üzere, ekonomik amaçlardan çok, sosyal amaçları gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu ülkelerde tarım dışı sektörlerin ulusal gelirdeki payı daha büyük olduğundan, bu ülkeler destekleme politikaları ile tarım sektörüne kaynak aktarabilmekte ve böylece, tarım sektöründe istihdam edilenler ülke nüfusunun küçük bir bölümünü oluşturduğundan, tarımsal nüfus başına düşen destek miktarı yüksek olmaktadır. ABD ve AB gibi ülkelerde izlenen politikalarda tarım sektörünün ekonomik büyümeye katkı sağlamasından çok, üreticinin gelirinin artırılmasına, tarım ürünleri arzının ve fiyatlarının istikrarına ve halkın beslenme düzeyinin iyileştirilmesine ağırlık verilmektedir. Gelişmiş ülkeler tarımsal destekleme politikalarıyla ve teknolojik gelişmenin sağladığı olanaklarla, tarımsal verimliliği ve üretimi artırmışlar ve tropikal bitkiler dışında, çoğu tarımsal üründe, kendine yeterliliği sağlamışlardır. Hatta bu ülkelerde, ciddi miktarlarda, elden çıkartılamayan ürün stokları oluşmuş bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerin çoğunda çiftçiler, ürün fazlası nedeniyle tarımsal ürün fiyatlarının düşmemesi için, devletin önlem almasını ister duruma gelmişlerdir. ABD ve AB gibi aşırı ürün stokları sorunu ile karşı karşıya gelen ülkelerde, çiftçilere tazminat ödenerek, tarım alanlarının, dolayısıyla tarımsal üretimin sınırlandırılması yoluna gidilmektedir.
Gelişmiş ülkelerin sübvansiyon sağlayarak yaptıkları üretim sonucunda ortaya çıkan ürün fazlalığı ve düşen dünya fiyatları gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin ithalatını artırmakta, bu ülkelerin genelde düşük verimlilikle çalışan çiftçilerini zor durumda bırakmakta ve gıda güvenliklerini tehlikeye atmaktadır. Bir yandan düşük fiyatların çekiciliği diğer yandan IMF ve Dünya Bankası’nın gümrük duvarlarını etkisizleştiren yapısal uyum programları, geçimini tarımdan sağlayan insanların oranının yüksek olduğu ve tarım sektörünün yaşamsal öneme sahip olduğu gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin ekonomilerini ve tarım sektörlerini ciddi anlamda tahrip etmektedir.
Son yıllarda, birçok çok uluslu şirket, satın alma, birleşme ve doğrudan yatırım yoluyla gelişmekte olan ülkelerin tarım ve gıda sektörüne girmiştir. Örneğin Avrupa’da en üst sırada yer alan 10 gıda firması 1.13 milyon kişi istihdam ederek 248 milyar ABD doları ciroya sahip olabilmektedir. Küreselleşmenin en önemli koşulu olarak dayatılan özelleştirme, küresel şirketlerin yerel şirketleri ele geçirmesinde önemli bir görev üstlenmekte ve tarım sektörünün tekelleşmesi konusunda da önemli bir etkiye sebebiyet vermektedir. Örneğin yarım düzine şirket dünya hububat piyasasını ellerinde bulundurmaktadır ve ticaret politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmektedirler. Tarımın küreselleşmesi ile tarım işletmeleri şirketleşmekte özellikle de gelişmekte olan ülkelerde küçük üreticinin giderek marjinalleşmesine ve sektörden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Küreselleşme sürecinde tarım işletmeleri, sanayi sektöründeki işletmeler gibi algılanmakta, ticaretin serbestleşmesi ile tarımda bio-teknoloji uygulamalarının artacağı, girdi kullanımının artması ile verimliliğin yükseleceği, üretici ile gıda firmaları arasındaki bağın güçleneceği vb. öne sürülmektedir. Gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler bu rüyaya öylesine inandırılmaktadırlar ki, özellikle ihraç edilebilir ürünler (kahve, çay, buğday, şeker, pirinç, meyve vb.) ihracatında büyük artışlar yaşanabileceği, bu ürünleri üreten ülkelerin büyük avantaj sağlayacakları, gıda üretiminde artış sağlanacağı, çiftçilerin durumlarının iyileştirileceği, tüketim deseninin gelişeceği vb. iddia edilmektedir. Üstelik büyük ve çok uluslu şirketlerin de piyasaya girmesi ile bu ülkelere sermaye yatırımının hızlanacağı, istihdamın artacağı, başta tüketiciler olmak üzere tüm halkın bundan büyük yararlar sağlayacağı gibi sözler söylenmektedir. Ne yazık ki gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler de bu tatlı ve çekici sözlere inanmakta ya da inanmaya zorlanmaktadır. Ne yazık ki gelişmeler beklenildiği gibi olmamış, gerçek böyle sonuçlar ortaya koymamıştır. Hindistan'da gıda üretimi 7 milyon ton azalmış, Meksika'da 2 milyon üretici tarımdan kopmuş, pirinç dışalımı yarım milyon tondan 7 milyona yükselmiş, toplam gıda ithalatı %20'den %43'e çıkmıştır. Rusya'da ekonomik reform sürecinde gıda üretimi 5 yıl içinde %30 düşmüştür. Filipinler ve Zimbabwe'de, ticaretin serbestleşmesi ve yapısal uyum politikaları nedeniyle gıda fiyatları aşırı derecede artmıştır. Küreselleşmenin dünya ticaretini gelişmiş ülkeler lehine çarpıklaştırdığı, Gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin sanıldığı gibi gıda ürünleri ihracatını artıramadıkları, küçük üreticilerin giderek marjinalleştikleri ve işsizler ve yoksullar ordusuna katıldıkları görülmüştür.
Tarım ürünlerinin çeşitliliği ve insan taleplerinin sınırsızlığı karşısında da küresel şirketler temel maddesi buğday, mısır ve soya olan ürünlerin tüketilmesini teşvik etmekte insan alışkanlıklarını bu şekilde evirmektedir. Bu ürünler ile un, yağ ve şeker elde eden şirketler genellikle ekim alanlarını da bu ürünlerin üretilmesi noktasında değiştirmektedir. Marketlerden aldığımız herhangi bir paketli ürünün temel maddesinin buğday, mısır veya soya olması kaçınılmaz bir hal almıştır.
TÜRKİYE’DE TARIMIN KÜRESELLEŞMESİ
Toplumsal hayatta en önemli ekonomik faaliyetlerden biri de tarım faaliyetidir. İnsanların gıda ihtiyacının yaşamsal nitelikte olması nedeniyle her zaman canlı ve dinamik bir ekonomik alan olarak tarım, belki de en eski üretim faaliyetidir. Günümüz ekonomik sitemi açısından da tarımsal faaliyetler gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin en önemli gelir kaynağıdır. Türkiye’nin de kuruluşundan beri ihracatının önemli bir kısmını tarım ürünleri ihracatı oluşturmaktadır. Sanayileşmesine ilişkin sermayeyi tarım ürünleri ihracatı ile sağlamıştır. Yine ürettiği kaliteli tarım ürünleri ile kısa sürede sağlıklı ve güçlü bir nüfus yapısına kavuşmuştur.
Ancak hızlı nüfus artışına rağmen planlı bir kalkınma modelinin kurulamaması, tarımda gerekli reformların yapılmaması ve küreselleşme sürecine eklemlenme çabalarının sonucu olarak tarım politikalarının; IMF, Dünya Bankası ve gelişmiş ülkelerin/şirketlerin dayatmasına terk edilmesi ile Türkiye tarımında çok önemli yapısal sorunlar ortaya çıkmıştır. Türk tarımındaki bu yapısal sorunlar;
- Tarımın nüfusun dörtte birini barındıran bir sektör olması,
- Dörtte birlik nüfusa karşın millî gelirin yüzde yedi ile sekizini üretiyor olması,
- Küçük meta üretiminin yaygın olması,
- Toprağın dağılımının parçalı olması ve
- Düşük verim düzeyi şeklinde sıralanabilir. Bu yapısal sorunları ortaya çıkaran temel faktör tarım kesimindeki yüksek düzeyli nüfus artışı ve devletin uygulamaya başladığı liberal politikalardır. Nüfustaki bu artış hızı, miras hukuku kaynaklı bir arazi parçalanmasını gündeme getirmekte ve bunun sonucunda da küçük tarım alanlarında beslenemeyen artık nüfusun kentlere göç etmesi söz konusu olmaktadır.
1927 yılında gerçekleştirilen ilk sayıma göre nüfusu 13.648.270 olan Türkiye’de, halkın %75,8’i belde ve köylerde, %24,2’lik bölümü ise il ve ilçe merkezlerinde yaşarken, 1950 sonrasında nüfus kentsel alanlarda toplanmaya başlamıştır.
Dünya Bankası verilerine göre; Türkiye’de 2018 yılında kentsel alanlarda yaşayan nüfus oranı %75,1’dir.
Diğer taraftan kırsal alanda her ne kadar yüksek bir nüfus yaşamaya devam ediyor ise de bu nüfusun oldukça yaşlı olduğunu belirtmekte fayda vardır. Çiftçilerin kırsal alandan kopma eğilimlerinin altında kırsal alandaki alt yapı eksiklikleri en önemli sebeplerden biridir. Özellikle eğitim, sağlık gibi konularda kırsal alana yapılacak yatırımlar son derece kıymetlidir. Kırsal nüfusu yerinde tutarak kalkınmayı sağlayabilmek için alternatif iş olanaklarının artırılması ve tarıma dayalı sanayilerin geliştirilmesi son derece önemlidir. Kırsal alandan ve tarımsal faaliyetten kopmalar genç nüfusta daha belirgin hale gelmiştir. Türkiye’de genel olarak yaş ortalaması 32 iken, kırsal alanda yaşayanların yaş ortalaması 55’tir. Maalesef genç çiftçiler, şehirde yaşamak uğruna daha düşük bir gelir düzeyine bile razı olmaktadır. Bu durum kırsaldaki itici faktörler ile şehirlerdeki çekici faktörlerin neticesidir. Üreticiler ile yapılan görüşmelerde bu durumun sosyal boyutları öne çıkmaktadır. Örneğin tarımsal faaliyet ile uğraşan genç bir çiftçinin evlenip bir yuva kurması zorlaşmıştır. Çiftçilik, toplum nazarında geçerli bir meslek olarak görülmemektedir. Bu nedenlerle gençler kırsal alanda yaşamaya ve tarımsal faaliyet ile uğraşmaya soğuk bakmaktadır.
Türkiye’nin 2014 yılı tarımsal ürün ihracatı 18.7 milyar dolar olurken, tarımsal ürün ithalatı ise 18.5 milyar dolar seviyesinde gerçekleşmiştir. Gıda ürünleri dış ticaretinde 5.7 milyar dolar fazlaya karşın, tarımsal hammadde tarafında 5 milyar dolar açık vermiştir.
Türkiye'de ekilebilir tarım arazileri her geçen gün azalmaktadır. Ziraat Mühendisleri Odası, Türkiye'de uygulanmakta olan tarım politikaları nedeniyle, çiftçilerin son 10 yılda Belçika büyüklüğündeki tarım arazisini ekmekten vazgeçtiğini açıklamıştır.
Ülkemizde tarım alanlarının azalmasının yanında, gıda çeşitliliğini de kaybetmiştir. Tarım alanları gittikçe aynı tür ürünlerin ekildiği alanlara dönüştürülmüştür.
Tarım alanlarında daralma yaşanırken bir yandan da ürün deseni değişmektedir. Hububat ve yağlı tohum grubunun ekim alanlarında yüzde 3 ile yüzde 29 oranında azalma olurken, buna karşılık meyve ekim alanlarında yüzde 5l’e varan oranlarda artış görülmektedir.
Bölgeler bazında hububat, yağlı tohumlar ve bakliyat ürünlerinde ekiliş alanları aynı dönemde Akdeniz Bölgesi’nde yüzde 29, Karadeniz’de yüzde 23, Güneydoğu Anadolu’da yüzde 21, Ege’de yüzde 17, Doğu’da yüzde 13, Marmara’da yüzde 12 ve İç Anadolu’da yüzde 3 gerileme olmuştur.
2000 yılında ülkemizin GSYH 274,3 milyar USD iken 42 milyar USD’lik bir tarımsal üretim gerçekleştirilmiştir. 2013 yılında GSYH 957,8 milyar USD olmasına yani 3,5 katına çıkmasına rağmen tarımsal üretim yalnızca yüzde 25 artmış 53 milyar USD olmuştur.
Elbette yaşanan olumsuzların temelinde, üretim odaklı teşvik sisteminin kurulamaması, girdi fiyatlarındaki yükseklik ve devlet sübvansiyonlarının yetersiz olması en önemli nedenlerden bazılarıdır. Türk çiftçisi dünyanın en pahalı mazotunu kullanarak üretim yapmaya çalışmaktadır. Gübre ve tohum fiyatlarında da benzer bir durum söz konusudur. Bu ise rekabeti zayıflatan temel nedenlerden biridir. Çiftçiyi üretim girdileri konusunda sübvanse etmesi gereken devlet ise ne yazık ki, özellikle son yıllarda, ithalat kartını oynamakta ve pazarda fiyatı artan ürünü ithal etme yoluna giderek çiftçiyi iyice olumsuz koşulların içine itmektedir.
Türkiye, 1980 öncesinde, tarımda kendi kendine yetebilen dünyadaki yedi ülkeden biridir. Oysa bugün, barındırdığı yüksek potansiyele rağmen, tam tersi bir durum söz konusudur. Türkiye kendi kendini doyurabilecek durumda değildir. İç pazarda ithal tarım ürünleri hâkimiyet sağlamaya başlamıştır. Bütün tarım ürünleri dışarıdan alınacak duruma gelmiştir. En somut örnek pamuk konusudur. 1990’lı yıllara kadar pamuk ihracatçısı bir ülke olan Türkiye bugün önemli miktarda pamuk ithalatçısı hâline dönüşmüştür. Dünyanın yedinci büyük pamuk üreticisi iken, üçüncü büyük ithalatçısı olmuştur. Pamuktaki durum tütün için de geçerlidir. Tarımın hayvancılık kısmı için de geçerlidir. 1980’de 80 milyon baş hayvanla dünyada ABD’den sonra ikinci olan Türkiye’nin, 1980 sonrasında, hayvan sayısı yarı yarıya azalarak 40 milyona kadar düşmüştür. Türkiye, hayvancılıkta ihracat yapabilen ülke olmaktan çıkıp, hayvan ithal eden ülke konumuna düşmüştür.
1990’lı yıllardan sonra tekstil sektöründe ne nüfusta yaşanan artışa rağmen pamuk üretimi dalgalanmalarla birlikte azalmış veya aynı kalmış olmasına rağmen ekim alanları belirgin bir şekilde azalmıştır. TÜİK verilerine göre 2018 yılında 50 bin ton pamuk ihracatı yapabiliyorken aynı yıl 620 bin ton pamuk ithalatı yapmış bulunmaktayız.
TÜİK VERİLERİNE GÖRE PAMUK İHRACATI
TÜİK VERİLERİNE GÖRE PAMUK İTHALATI
Yıllara Göre Türkiye`nin Canlı Hayvan ve Et İthalatı (Bin $)
Yıllar |
Canlı hayvanlar |
Et ve et ürünleri |
Toplam |
2010 |
333.080 |
251.235 |
584.315 |
2011 |
1.028.121 |
514.810 |
1.542.931 |
2012 |
852.074 |
99.743 |
951.817 |
2013 |
346.448 |
29.279 |
375.727 |
2014 |
139.897 |
12.106 |
152.003 |
TOPLAM |
2.699.620 |
907.173 |
3.606.793 |
Kaynak: TÜİK(2015) |
|||
|
Yıllar İtibariyle Türkiye Hayvan Varlığındaki Değişmeler (1000 Baş)
Yıllar |
Sığır |
Koyun |
Ankara Keçisi |
Kıl Keçisi |
Manda |
1928 |
6.934 |
13.632 |
3.170 |
8.936 |
795 |
1950 |
10.123 |
23.083 |
3.966 |
14.498 |
948 |
1980 |
15.894 |
48.638 |
3.658 |
15.385 |
1.031 |
1984 |
12.410 |
40.391 |
1.973 |
11.127 |
544 |
1990 |
11.377 |
40.553 |
1.279 |
9.698 |
371 |
2000 |
10.761 |
28.492 |
373 |
6.828 |
146 |
2005 |
10.526 |
25.304 |
233 |
6.284 |
105 |
2007 |
11.037 |
25.462 |
191 |
6.095 |
85 |
2009 |
10.724 |
21.750 |
147 |
4.981 |
87 |
2010 |
11.370 |
23.090 |
153 |
6.141 |
85 |
2011 |
12.386 |
25.032 |
151 |
7.127 |
98 |
2012 |
13.915 |
27.425 |
158 |
8 199 |
107 |
2013 |
14.415 |
29.284 |
166 |
9.059 |
118 |
2014* |
14.899 |
32.186 |
176 |
10.010 |
124 |
1980-2009 |
-33 |
-55 |
-96 |
-68 |
-92 |
2009-2014 |
-6 |
-34 |
-95 |
-35 |
-88 |
1980-2014 |
+28 |
+32 |
+16 |
+50 |
+30 |
(*) TÜİK (2014a) Kaynak: TÜİK (2014b ve 2015b) |
1980 yılından bu yana Türkiye`de nüfusun %70`in üzerinde (yaklaşık 44 milyondan 77 milyona) artmasına karşılık, toplam hayvan varlığının %32 düzeyinde gerilediği (yaklaşık olarak 85 milyondan 57 milyon başa düştüğü) görülmektedir.
Bütün bu anlatılanlardan sonra, Türk tarımının karakteristik yapısı şu şekilde özetlenebilir :
a. Türkiye toprak, su, iklim ve tür çeşitliliği bakımından dünya ölçeğinde zengin bir potansiyele sahiptir;
b. Buna karşılık Türk tarımının yapısal sorunları bulunmaktadır: Sulama, drenaj, tesviye, toprak dağılımı, işletmelerin büyük çoğunluğunun ekonomik ölçekten yoksun oluşu, işletmelerin çok parçalı olması, tarımsal pazarların organizasyon yetersizliği, tarım sanayi hizmetler entegrasyonundaki yetersizlikler, çiftçilerin teknolojik bilgi yetersizliği yanında genel eğitim düzeyinin düşüklüğü, tarımı sağlıklı bir şekilde izleyebilecek bilgi sistemi vb. gibi önemli alt yapı eksiklikleri bulunmaktadır.
c. Türk tarımının finansal yapısını organize eden bir yapılanma yok denecek kadar azdır. 1930’larda devreye sokulan Ziraat Bankası, Tarım Kredi, Tarım Satış Kooperatifleri, tarıma girdi sağlayan ve tarımdan çıktı alan kamu kuruluşları, bunların piyasa sistemi içinde seçenekleri yaratılmadan, son onlu yıllarda devreden çıkarılmışlardır. Türk tarımı hazırlıksız bir şekilde Dünya piyasası ile karşı karşıya bırakılmıştır. Aşağıdaki tabloda Ziraat Bankasının çiftçilere verdiği kredi oranlarındaki azalış ortaya konmuştur. 2005 yılında toplam kredilerinin yüzde 37’sini tarım sektörüne veren banka, 2020 yılında sadece yüzde 15’ini tarım sektörüne ayırmıştır.
d. AB Gümrük Birliği, GATT, Dünya Ticaret Örgütü, vb. uluslararası anlaşmalar, Türk tarımının yapısı dikkate alınmadan imzalanmış ve uygulamaya konulmuşlardır.
e. Özellikle 1980’den sonra, Türkiye’de sermaye birikimi, fiyat makası yolu ile tarımdan aktarılacak şekilde programlanmış, tarım âdeta sömürüye açılmış, iç ticaret hadleri, kimi zorlama araştırmaların aksine, tarım aleyhine işleyecek şekilde kurgulanmıştır.
Bu sorunlar nedeniyle Türk tarımı can çekişme noktasına gelmiştir. Önümüzdeki birkaç on yıllık süreç sonunda yetersiz beslenme sorunları yaşanmasının kaçınılmaz olacağı gerçeğinden hareketle, tarımın Türkiye’deki nüfusun beslenme sorununa çözüm bulur şekilde ciddi atılımlara ihtiyaç duyduğunu ifade etmek gerekmektedir.
Dünyadaki küreselleşme dalgaları da Türk tarımının kriz içerisine girmesinde katalizör görevi görmüştür. Bir anlamda Türkiye’deki yapısal sorunların küreselleşmenin Türk tarımını istila etmesini kolaylaştırdığını öne sürmek mümkündür.
Ülkemiz özellikle 2000 yılında IMF ile imzaladığı stand-by anlaşması ve sonrasında uyguladığı liberal politikalar ile tarımda korumacı tedbirleri terk etmiş ve deyim yerindeyse çiftçisini küresel tarım şirketlerine yem etmiştir. Bu durumu ekonomist Ahmet Şahinöz şu şekilde ifade etmektedir: “Dünya tarım politikalarında, Uruguay Round sonrası ‘daha az devlet, daha çok piyasa’ ifadesiyle özetlenebilen liberal eğilimler etkili olmaya başlamıştır. Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere, gelişmiş ülkeler 1994 Dünya Ticaret Örgütü Tarım Anlaşması’ndan kaynaklanan yükümlülükler çerçevesinde, tarım ürünlerinin dış koruma oranlarında, ihracat sübvansiyonlarında ve nihayet iç destek miktarlarında önemli indirimler gerçekleştirmişlerdir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ise, kısmen DTÖ Tarım Anlaşması, kısmen kamu finansman kısıtları, esas olarak da Uluslararası Para Fonu (IMF) ile imzalanan Yapısal Uyum Programları’nın bir gereği olarak daha az müdahaleci tarım politikalarına yönelmek durumunda kalmışlardır.”
IMF’nin yapısal uyum programları sonucu yabancı tohum ve gübreler ülkemizi işgal eder hale gelmiş; yerli üretimde devlet müdahalesi kaldırılmış; gübre dağıtımı, elektrik, sulama ve kredi temini gibi sübvansiyonlar sona erdirilmiş; buğday, pirinç, şeker kamışı, pamuk ve yağlı tohum endüstrilerinin korumacılığının sona erdirilmesi gibi önlemler alınmıştır. Bu önlemler, büyük oranda Cargill ve Pepsico gibi ulusötesi şirketlerin tekelini kuvvetlendiren faktörler olmuşlardır. Gelinen noktada ülkede tarımsal üretimin önemli bir kısmı ithalat ile karşılanıyorken, içeride yapılan üretimin önemli bir kısmı da yabancı sermayeli şirketlerin tekeline girmiştir. Ürünü piyasada para etmeyen Türk çiftçisi %60’ı yabancı sermayenin sahip olduğu finans kuruluşlarına borçlanmış durumdadır. Tarlalarının önemli bir kısmı bu yabancı finans kuruluşlarına hacizli durumdadır. Ve muhtemelen bu bankaların eline geçecektir.
Türkiye tarımı için liberal politikaları dayatan gelişmiş Batılı ülkeler “imamın dediğini yap yaptığını yapma” der gibi kendi çiftçisini koruyucu önlemleri almaktan geri durmamıştır. Zira liberal eğilimler Batılı devletlerin tarım kesimine yaptıkları devlet müdahalesini ve korumacılığı engellememiştir. Gelişmiş ülkelerde tarımsal sübvansiyonlar azalmayıp hatta tam aksine artış göstermiştir. Meselenin rakamlar ile ifadesi ise şu şekildedir: “Tarım Anlaşması öncesinde 250 milyar $ civarında bulunan OECD ülkelerinin toplam tarımsal sübvansiyon miktarı, 2000 yılından sonra 300 milyar $’ı aşmıştır. Fakat bu arada, DTÖ’nün kısıtları doğrultusunda sübvansiyonların göreli olarak gerilediğini söyleyebiliriz. Örneğin, OECD ülkelerinde, tarımsal sübvansiyon miktarının GSMH’ye oranı, söz konusu dönem için % 2’lerden % 1,3’e ve Üretici Destekleme Eşdeğeri (ESP) oranı % 40’tan % 30’a düşmüştür. Bu son oran AB için % 35, ABD için % 21 ve Türkiye için % 15’dir. Bu ülkelerin sahip oldukları ekonomik büyüklükleri ve sübvanse etmek zorunda oldukları nüfusun az olması dikkate alındığında ne kadar büyük bir destek verdikleri daha iyi anlaşılacaktır.
SONUÇ:
Türkiye küreselleşme sürecine kendi kendine yeten bir tarım ülkesi olarak girmiştir. Ancak Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel sistemi tahkim etmek için kurulan örgütlerin yaptığı dayatmalar ve gelişmiş ülkelerin yaptıkları baskılar neticesinde yanlış tarım politikaları uygulamıştır. Uygulanan politikalar ile tarımsal alanlar azalmış, üretim verimliliği düşmüş ve ürün kalitesi azalmıştır. Bazı ürünler yok olmuş, tarım alanları sınai ürünlerin hammadde ihtiyaçlarına terk edilmiştir. Tarımda yabancı şirketlerin ve yabancı finans kuruluşların payları artmıştır. Ülkemiz daha önce ihraç ettiği birçok üründe mutlak ithalatçı durumuna gelmiştir. Üretilen ürünlerdeki girdi maliyetlerinde artışlar gübre kullanımını artırmıştır. Aynı zamanda tohumların büyük bir kısmı ithal hale gelmiştir. Kullanılan tohum ve gübre nedeniyle başta toprak verimliliği azalmaya başlamıştır. Diğer taraftan sağlıksız gıdalar çoğalmış, kanser olma yaşı çocuklara kadar inmiştir. Küresel sistem bir yandan da toplum sağlığını bozacak şekilde tarım sistemini organize etmeye çalışmakta ve bunda başarılı olmaktadır. Bu olumsuz gelişmeler karşısında toplumu koruması gereken devletimiz ise ne yazık ki gereken tedbirleri almaktan uzak görünmektedir. Türk köylüsü kırsal kesimden hızla uzaklaşmaktadır. Kırsal kesimde kalanların ise yaş ortalaması oldukça yüksek olup, verimli bir üretim yapacak durumda değildir. Girdi maliyetlerindeki artış nedeniyle çiftçilerimiz giderek borçlanmakta ve gelinen noktada hacizli tarım arazilerinin elinden çıkma riski bulunmaktadır. Küreselleşmenin henüz etkin olmadığı 70 ve 80’li yıllarda tarımdan elde ettiği katma değeri büyük şehirlere gecekondu yaparak değerlendiren Türk köylüsü, bugün gelinen noktada sermayesiz bir şekilde karnını zor doyurmaktadır. Birçok köylü, küresel şirketlerde işçi olmaya başlamıştır. Plansız kentleşme nedeniyle birçok çevresel ve toplumsal sorun ile yüzleşen ülkemiz bu aşamada gerekli tedbiri alamaz ise daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalabilecektir.
AB-ABD-Dünya Bankası, IMF eksenli politikaların varacağı sonucun başka türlü olması beklenmemelidir. Bu sonucu ortadan kaldırmanın yolu kendi özüne ve öz kaynaklarına dönmektir. Türkiye’yi hep ileriye taşımış olan ve daha da taşınmasını isteyen Atatürk’ün şu sözleri küresel dayatmalar karşısında rehber alınması gereken bir ifade olarak parlamaktadır:
“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenîleşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vâdisine yuvarlanadurmuştur. Artık vazîyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasîhat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebîlerin nasîhatleriyle, ecnebîlerin planlarıyla yükselebilsin?.. Târih, böyle bir hâdiseyi kaydetmemiştir!” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk 6 Mart 1922 TBMM).
KAYNAKÇA
Çıkın, Ayhan. “Türk Tarımı İçin Bir Vizyon Ve Tarım Politikası Taslağı”
Şahinöz, Ahmet. “Türkiye–Ab Müzakere Sürecinde Türk Tarımı”
Dura, Cihan. “Türk Tarımı Nasıl Tasfiye Ediliyor?”
Türk Tarım ve Orman Dergisi
wikipedia.org “Türkiye Demografisi”
TÜİK Verileri
Yrd. Doç. Dr. Sinasi ÖZTÜRK “Kırsal Yoksulluk ve neo-liberal Ekonomi Politikaları”
Hasan Yılmaz “Küreselleşme Sürecinin Türk Tarım Sektörüne Etkisi”
Ali Ekber Yıldırım “Tarım Alanları Küçülürken, Ürün Deseni Değişiyor”
Çağdaş Şirin “Türk Tarımı”